Anasayfa»Hikaye»Manuş Baba – Benim Hikayelerim (Benim Hikayelerim Tüm Seri)

Manuş Baba – Benim Hikayelerim (Benim Hikayelerim Tüm Seri)

Bir Avuç Cennet

Benim Hikayelerim I

Böyle bazı durumlar oldu diyemedim sana. Daha iyi olmadı hiçbir şey. Gerçi bir süre sonra daha kötüde olmadığını fark edince çok da umurumda olmadı açıkçası. Kaç kez seninle keyfe keder, neşeli durumlar yaşadım, yaşıyorum da.. Lakin bir tarafımız hüzne daha bir meyilli olunca o taraftan kaybımız oldu hep. Kafamı karıştıran şeyler var şu ara. Sonsuz ayrıntılar takılıyor aklımın bir köşesine. biriciğin doğum günüydü. Elbise dükkanına gidip bütün parayı vitrinde beğendiği elbiseye harcamıştım. Akşamına bizim kartal ismail’i samatyada on paraya eski lokalde hesabına satınca ertesi gün gelip nasılsın diye sormuştu. Anlardım sevdiğini.
Unutmak değil ama belki hatırlamamak mümkün demişti Muzaffer abi. Önceki gece eski fotoğrafları, mektupları, kuruttuğum çiçekleri yaktım.. Biriktirmeyi de sevmiyordum artık. Bir daha yan yana olamayacağın insanlar ile aynı fotoğraf karesinde yıllarca kalabilecek olmak pek sevimli değildi benim için artık. Uzansam uçurum, böyle dokunsam ateş yani. Bir boşlukta dağ yarıyorum sanki anasını satayım. Hani ateşten gömlekler giymişim sanki, kızıl ormanların dikenli güllerin arasından geçiyorum yani. Böyle bilinçsiz, amaçsız, yolların ortasındayım sanki. Aldanacağım kokuların, böyle vücutların arasından geçiyorum.
hani otuz yıl oldu lakin her saniyesini için için kaynayan gizli bir coşku ile yaşayarak geçti benimkisi. binlerce çocuk, bir o kadar gülüş, yüzbinlerce düş geçti içimden. ne yalan söyleyeyim geriye dönüp bakasım bile yok. bir sana aldanıyorum, bir de gülüşüne. ne seni, ne de kendimi affedebilirim.

Neyse, bizim kahveci İlyas’ın mevzusuna dertlenmişiz o gece, böyle ağır duman bir o kadar sigara böyle bir o kadar kırık cam yani. Dedi ki bulalım, e dedik bulalım biz de. Çıktık kahveden, bir o kadar sokak, bir o kadar soğuk… İlyas’ın gözyaşı gelmezmiş küçüklükten de ya da biz öyle belledik hep. Böyle konuşmazdı zaten çok fazla, bir de çayı eksik etmezdi. Böyle deli derlerdi bu İlyas’a da lakin çayı bu deli kadar da güzel yapan da yok derdi bizim Bilal abi. Sokağı dönünce fark ettik, “buldum” diye bağırıyordu İlyas, kahveye girdik, tek yatak var. Cam kenarına ben uzandım, İlyas ortada, Mehmet diğer yanda.

Bu hafta bazı sıkıntılar oldu uğrayamadık, bir hafta sonra ölmüş dediler İlyas için. Gidip baktık. Böyle kudurmuş köpekler kuduz köpeklerle filler sevişiyor sokağın ortasında. Fil boşalırsa bütün sokak spermden boğulacaktı. Geri döndüm, arka sokaklardan geçtim, soyundum, yani öyle sanıyorum, hatırlayamıyorum. Ağzı dili dudakları el olmuş bir ses kulaklarımda çınlıyor. Tanımıyorum. Hatırlayamıyorum. Ne söyledi, ne duydum son kez, ne yazdım, bilmiyorum. Hiçbir şey yok dün geceye dair ve ben hiçbir şeyi hatırlayamıyorum.

“Günaydın” dedi. “Farkında mısın uzun süredir bazı şeyleri artık konuşamıyoruz seninle. Bak bugün ne kadar da güzel güneş. Uzun ince kollarıyla ikiye ayırdığı perdenin arasından sızan güneş, elbisesinin sıyrılmış askılarından omuzlarına vuruyordu. Bir şenlik bahçesi gibi teninde kırmızı güller açtı bir anda. “Sanırım yapamayacağım.” dedi. Kimin kimi anlamadığına bir türlü karar veremiyorduk. Karar verilebilseydi eğer, bitişler bu kadar uzun sürmezdi belki de. Yüzünü döndü, “seni seviyorum” dedim. Masanın üstündeki sigara izmaritleri gözüme takıldı. “Aç karnına sigara içmekle iyi yapmıyorsun” dedim. “Seni azalta azalta bırakmayı düşünüyorum” dedi. “Kimi?” dedim, “seni” dedi. “Kimi?”. “Seni…”. “Kimi?”
Yüzünü döndü, tanıyamadım. Üstümü giymek için toparlandım

Bin-bir kılığa girmiş korkularım ile sıyrılamadığım kendim olma bilincim arasında toplumsal her tavıra, duruşa, ürüne karşı tepkiyle yürüyorum. Vitrinler, camekanlar, televizyonlar da öyle; insanlar için en iyi şeyleri seçtiklerine dair reklamlarla doluydu: “Kıçınızdaki en iyi kılı bu çeker. En iyi saçı bu boyar. En güzel yemekleri burada yersiniz. En güzel manzaralı evler burada. En iyi yataklar, en güzel kokular… Kaçırmayın efendiler, bunların hepsi sizin için. Sizin…” “Siz” kim?

Seninle ilk kez yan yana geldiğimizde kavuşamadığımızı da anlamıştım. Vedalaşmak da gereksizdi bu yüzden zaten. Balkondan sarkıttığın ellerini izliyorum. Ağır, dingin… Anlayabilmek için dokunmayı denemek istiyorum. En fazla avuç içim terlerdi. Ateşten, sudan, topraktan ve güneşten geliyordum sana. Ellerimi toprağa bastırıp ayağa kalktığım anda nasıl oluyorsa birden ellerimi tutuyorsun, eridim.

Balkondan sarkıttığım saçlarım değiyordu yüzlerinize, gülüşlerinize, kadehlerinize. Hepinizi tanıyorum, siz oradakiler; benim hayatımda kişiliğimi oluşturan bir yığın renk, gülüş, tavır… Birazdan aşağı inip sizlere kaldığım yerden şarkılar söylemeye devam edeceğim. Küçük yaşta o toplumsal kaygılarım arasında fark ettiğim inançlar, alışkanlıklar, bir o kadar pislikler… Öğrendiğim, edindiğim bir yığın gerici duruş, tavır… Bana tek şey bıraktı geriye; babamın bir yaz akşamı Tarsus’ta dam üstünde ağzından dökülen söz, inandığım tek doğru gerçek: “Hayatımızda bazen bir şeyler yolunda gitmeyebilir. Ama her şey yoluna girecek buna inan.”

Bir Avuç Gökyüzü

Benim Hikayelerim II

Gelelim sana, hiç bu kadar susmak istememiştim… Bizim mevzular belliydi de, kafamız karışıktı işte biraz. “Kendi düşmanına kıyamadığında, dostuna hainlik üzerine konuşmaktan da caymalı insan.” demişti Sara hatun. Yani insan ki; omuz omuza yürür, uzun uzadıya böyle yollarda yan yana akar, süzülür ve gider ya hani.
Demem o ki, oğlum Mehmet, “Aynı otobüsteyiz belki ama yan yana koltuklarda da değiliz artık seninle.” “Niye be abi?” dedi. “Bu ay çok kar yağdı, değil mi?” dedim,”Mehmet!”. “Ne olmuş abi, dedi, kar yağdıysa?”. Bilal Abi de böyle çayı yeni demlemişti, kahvenin ortasındaki sobanın üstüne de astığı beyaz mendillerden sobanın kor ateşine sular damlıyordu. “Ateş ve su diyorum Mehmet, sence hangisi daha güçlüdür?” “Su abi.” dedi. “Neden?” dedim. “Ateşi söndürür, dedi, abi.” dedi. “Ya ateş çok büyükse Mehmet?” dedim. “O zaman ateş çok güçlüdür abi.” dedi. “Peki sen hangisinin Mehmet?”

Durdu böyle, kafasını çevirdi. Kahvenin, böyle buğulanmış camının önünde elleri ceplerinde toplanan işçileri izliyorduk o gün. Kamyonlar birer birer gelip hepsini alıp böyle uzaklara, böyle çok uzaklara gidiyorlardı.Ne bileyim yani, böyle sanki dönmeyecekmiş gibiydi herkes, dönmeyecekmiş gibi de terk ediyordu herkes birer birer buraları. Yani herkes gitmek istiyordu lakin, istedikleri yere vara biliyorlar mıydı acaba bu insanlar? Ne bileyim, bana gelince de nedense izliyordum sadece; kaldığım, durduğum, olduğum yerden yani. Aklım ve bilincim, böyle henüz buraları toptan terk etmek için yeterince vazgeçme sebebim olmadığını diretiyordu bana. Ne bileyim yani, böyle herkes çıkar yola da bedenini değil; önce kendini yola çıkarmayı, kalbini götürmeyi bilmeli insan. Yani şu arada bir son yazıyorum kendime, nasıl biteceğine şimdilik karar veremiyorum sadece.

Yüzyıl sürüyor sanki o gece. Böyle uyku ile uyanıklık arasında yarım yamalak o korkunç düşüncelerimi toplamaya çalışırken farkındaydım da artık her şeyin; gizli, böyle derin büyük bir kaybetme korkusuyla uyanmasını bekliyordum. Her şeyi konuşacaktım. Gecesinde sarhoş yatmışız, böyle dünü unutan ayıklığıyla, kan çanağı gözleriyle bana baktı. Tüm gücüyle avucundaki mektuba tutundu: “Dur bakma!” dedi. “Sana artık güvenemiyorum.” dedim. Endişeli ve ürkek çıplaklığını saklamaya çalışıyordu. Dudağını ısırdı, kırmızı rujunun izleriyle böyle, dolu yatakta saçılmış böyle nar gibi paramparçaydık ikimiz de. “Hata yaptın” dedi. “Sen hata yapmıyorsun be biricik.” dedim.“Suç benim. Bir kere affettim seni ve daha sonra her defasında affetmek zorunda kaldım.” “Beni öper misin?” dedi. Derin bir nefes aldım, “Geçmiyor be biricik artık öpünce de..” dedim. “Sen böyle biri değildin.” dedi. “Ne sandın be güzelim? Beni bu hale getiren; senin gibi düşünmemi, senin gibi hareket etmeme neden olan sensin. Seni sevemiyorum artık.” Yüzünü eğdi. O gün de evden birlikte çıkmışız, peşimden geliyordu böyle yavaş yavaş.. Sokağın sonuna saptım, bir daha da o eve birlikte dönemedik.

Bilal Abi yeni demlediği çaydan koydu getirdi iki tane masaya. O gün de Mehmet’le sözleşmişiz; Mehmet’e Asiye’yi istemeye gidecektik o gün. Gecesine konuşmuş, kahvede buluşacaktık. Kösele ayakkabılarını yeni boyadığı belliydi böyle.Çiçeğine kurdele bağlamış Tatlıcı Hacı Remzi’nin pastanesinden Asiye’nin en sevdiği tatlıyı alıp gelmişti Mehmet. “Abi,” dedi. “Ne oldu?” dedim. Böyle yutkundum, “Kim oğlum senin düşmanın, bir düşün bakalım.” dedim. “Anam,” dedi. “Asiye’yi bir türlü sevemedi.” dedi. “İnsanın anası oğluna düşman olur mu lan, dedim, hiç?” “Ateş”dedi, “abi.” Yüzüne döndüm. “Buldum, su!” dedi. Durdu, düşündü. “Kim abi, dedi, benim düşmanım? Varsa bilelim, ona göre şeklimizi belliyelim.” dedi Mehmet. Ateş de su da sensin, oğlum Mehmet. Sen kendine düşmansın. Yüreğini, aklını kaptırmışsın deli bir rüzgara; hangi yana savrulduğunun farkında değilsin. Seninki sevda değil oğlum, çaresizlik.. Kendi kişiliğine olanca diretmişlikle, böyle mahallede orada burada sahip olamadıklarınla, gördüklerinle karşılaştırmayı bırak artık. Böyle mahallenin havalısı Asiye için; takmışsın ince bir kravat, çekmişsin köseleleri, üzerine iyi oturmamış bir gömlek giyip çıkmışsın anacığının sıcacık evinden; çıkıp bana anamdır diyorsun düşmanım.” Boynunu eğdi, böyle elleri titriyordu yani. Çayını yudumladı.

Durup dururken böyle bazen insan hatırlar ya hani, böyle unutmak ister ama yine de hatırlar. İlyas’da öyleydi yani; gidecek yeri olmayanın, yolu uzun, kederi de derin olurmuş. Bizim İlyas da o gün sabah kahveyi açtıktan sonra dellenmiş, gideceğim diye tutturmuş. Bilal Abi de ikna edememiş İlyas’ı; yazıhaneden biletini almış, valizini de sokağın ortasına fırlatıp, “Siktir ol git!” demiş İlyas’a. Bizimki iyice dellenip yağan karın altında it gibi titreyerek böyle kaç saat beklemiş öyle. Kahvenin karşısında kendisini alacağı otobüsü beklerken direğe asılı kayıp bir köpek ilanı görmüş İlyas. “Terzi Kamuran’ın Şeker adındaki köpeğini bulana bilmem kaç para ödül vardır!” Ödül yazısını görünce İlyas çıldırmış, böyle aklı yer gök arasında gidip gelmiş, küçücük bir çocuğa dönüvermiş İlyas.Valizi olduğu yere bırakmış, Terzi Kamuran’ın köpeğinin peşine düşmüş. Tanıyordu da zaten İlyas, Şeker’i. Daha önceleri Kamuran Hanım, Şeker’i gezdirmesi için İlyas’a para verirmiş. Mahalleyi dört dönüp bulamayınca umudunu kesmiş bizimki, yorulmuş, valizinin başına dönmüş. Valizin arkasında bir anda beliren Şeker’i fark edince böyle uzanıp yakalamak istemiş.
Böyle tam böyle atlayacak, yakalayacakken de kahveye doğru kaçıvermiş Şeker. İlyas’da peşinden böyle can havliyle adımını attığı anda bir şey çarpı vermiş İlyas’a, yere devrilmiş bizim koca İlyas. Bilal Abi yakalamış Şeker’i Terzi Kamuran böyle mahalleli toplanmış Şeker’in başına, Şeker’in bulunmasına sevinirken, bizim İlyas’da asfalt üstünde yatıyormuş. Öyle yalnız, öyle sakin, öyle titriyormuş İlyas. Bakışları böyle yeri göğü deliyormuş sanki İlyas’ın. Derin, öyle uzun, bir o kadar da sonsuz bir uykuya dalmış İlyas. Bilal Abi gitmiş, gazete kağıtlarıyla örtmüş İlyas’ın üstünü. Sonradan da öğrendik işte Bilal Abi’den. Meğer bizim İlyas’a beklediği otobüs çarpmış.

Ya ne bileyim, böyle işte her şeyi, herhangi bir zaman diliminde herhangi bir kelime ile anlatabilmek her zaman için mümkün olmuyor yani, mümkün değil yani. Kelime kullanmak insanlığın böyle en büyük zaafı olduğu gibi, kelime kullanmadan da kendini anlatabilmek.. Başka bir çaresi, yolu yok yani insanın. Mehmet’de durumun farkındaydı, ne demek istediğimin de. “Asiye seni sevmiyor oğlum.” dedim. “Seviyordur be abi.” dedi. “Asiye seni istemiyor oğlum.” dedim. “İstiyordur be abi.” dedi. “Sevmiyor da istemiyor da Mehmet!” dedim. Böyle sandalyeyi tüm öfkesi ile ittirip ayağa kalktı. “Asiye beni seviyordur da istiyordur da be abi!” diye bağırdı. Sesi titriyordu. Sustu bütün şehir, bütün kahve, herkes.. Böyle derin bir sessizlik oldu o an. Kahvenin ortasındaki o sobanın üstüne damlayan sulardan çınlayan her ses, yarası baş vermiş Mehmet’in ciğerini sızlatıyordu. Kor ateşe düşen bir vücut gibiydi sanki bütün damlalar.. “Lan oğlum, sevse seni kına gecesine dokuz elbise mi isterdi bu kız?” dedim. Acı bir gülümseme belirdi yüzünde, kolumu açtım; böyle sarıldı, böyle içten yani..

Dışarı çıktık. O kadar uzun sürdü ki kış, artık böyle hava buz kesmişti sanki o an. İt gibi titriyorduk. Hacı Remzi’ye gidip, Mehmet’in aldığı tatlıyı geri verdik. Aldığımız para ile de bir paket cigara, bir de hayalini kurduğumuz lahmacun fırını için de bir piyango bileti aldık. Mehmet dedi oradan: “Bakarsın bize çıkar be abi.” dedi. “O zaman açar mıyız, dedi, abi lahmacun fırınını?” “Açarız be oğlum, dedim, tabi.” “Hem de beş karış tabela üstüne ‘Siverekli Mehmet’in Lahmacun Fırını’nı bile yazarız.” dedim.

Ya ne bileyim işte, böyle acılara alışılamayacağının fikrinde, duruşunda, yürüyüşünde bir şeyleri değiştirmesi gerektiğinin farkındaydı artık Mehmet de; için için hissettiği gizli acı, böyle bir yığın düşüncenin arasında, pisliğin, hayatın tam ortasında, orta yerinde yani.. Nasıl yapacaktı? Nasıl öğrenecekti bunu Mehmet? Mecbur yani düşe kalka, ezilerek, korkarak ama asla vazgeçmeden..

Çiçekler mi? Anasına götürdü Mehmet..

Bir Tutam Baharat

Benim Hikayelerim III

Valla nereden bulaştık bu işe bilmiyorum. Böyle aşk dediğin şey yanmak ise ben kül olmuşum yani. Böyle bütün rüzgarları sırtıma almışım; o güzelim yüzlerinize, gülüşlerinize, ellerinize, böyle kadehlerinize dökülüyorum tek tek yani. Bazen en başından bellidir filmin sonu da lakin görmek anlamak istemez işte insanoğlu.
Böyle sonunu bildiğin halde üstüne üstüne giderek yani her şeyi yaşamak istersin sonuna kadar, dibine kadar yani.. O an geldiğinde farkına vardığın şey ya gerçekten aşktır, ya da kendini gerçekten kandırdığın, sana iyi geldiğini hissettiğin sahte bir oyundur sadece aşk. Böyle yanmadan yani yıkılmadan, parçalanmadan da aşk dediğimiz mevzunun da bir anlamı, hükmü de yoktur açıkçası. Böyle başına ne gelecekse onu yaşamaksa aşk işte oyunun sonu geldiğinde de yanan evi söndüren taraf olmadığında da geldiği gibi gider sona erer böyle, kül olur.

Ne bileyim bana gelince işte; bense ne kadar yanarsak, o kadar güzelleşiriz sanıyordum. Böyle asıl mevzuyu da zaten biraz geç anlamışım, rüzgara kapılmış ateşin hangi yöne savrulacağının da artık bir önemi yoktu yani. Güç ateşte değildi artık. Böyle başkasını değil de en çok kendini kandırırmış insan. Böyle inandığın bildiğin o bütün yalanlar seni büyütür, böyle bir çocuk olmaktan çıkartır. Ezer, parçalar, çamurlaştırır ve bir süre sonra o inandığın yalanlar artık senin böyle gerçek doğruların olmaya başladığında kendinin, bilincinin, sadakatinin böyle katil olmaya hazırsındır. Saf, gelişmemiş, bilinçsiz her türlü pisliğe yani malzeme olan böyle bir tek kullanımlık bir ürünsündür artık. Ne yaparsa yapsın işte insan böyle durup dururken hatırlıyor yani.

Onu son görüşümün üstünden böyle hayli zaman geçmişti.. Ben de onu ilk kez mahalleden çocuklar ile yazları yüzmeye gittiğimiz şehir kanalında görmüştüm. Böyle gazete kağıtlarından yaptığım gemileri kanalın sularında yüzdürürken arkamdan gelen sese irkildim böyle bi an. “Beni birazcık sever misiniz?” dedi. Yüzüne baktım “severim.” dedim. “Size sarılabilir miyim?” dedi. “Evet” dedim. Böyle iki kolunu boynuma doladı. Ayakkabılarını çoraplarını çıkardım o an kanalın soğuk sularına ayaklarını soktum. Böyle sırtıma ılık nefesi değdi onun. Böyle uzun, sıcak böyle bir o kadar derindi yani. Böyle nefesi tenimi titretirken iki göğsünün böyle sertleşmiş uçlarınıda göğsüme bastırıyordu. Göğüslerinden akan o ılık sütü içtikçe erkekliğime uzanan o derin böyle o uzun yol yeni açmış bir bahar dalı gibi duruyordu karşımda. Ayaklarımın altındaki suların fokurdadığını hissediyordum o an. Kağıttan gemilerim böyle birer birer kanalın sularına gömülüyordu. O an böyle sırtından akan terine bulanırken güneşin önüne geçen bulutlardan yağmurlar dökülüyordu üstümüze. Böyle büyüyor, yeşeriyor, yeni açmış bir erik dalına dönüşü veriyordum o an. Böyle nasıl olduysa bir anda “Seni seviyorum.” dedim. “Yanarsın.” dedi bana. “Yanayım.” dedim. “Seni ilk kez görüyorum buralarda.” dedim. Böyle “Evet.” dedi. “Beni sen yarattın.” dedi. “Beni sen büyüttün.” O an adını sordum. “Biricik.” dedi.

Böyle işte, geçen zaman günahları bölüştürüp herkesi kendi yolunda bir başına bırakırken, her şeye yeniden başlamak da işte bir an, bir an ister sadece. İşte ben de nasıl olduysa o an ayağa kalktım yürüyüp bütün inanç ve cesaretimle yeniden mahalleye döndüm. Böyle şehir merkezine kurulan Pazar sebebiyle pazar günleri Bilal Abi’nin kahvesinin önünde kalabalık doluydu yine. Mahalleli haftasonları burada buluşur böyle kahvenin önünde pazarda satacaklarıyla traktörün sırtına yüklenip hep birlikte şehir pazarına gidilirdi. O günde Mehmet’le böyle biraz paraya sıkışmışız Terzi Kamuran’ın don lastiklerini satacaktık pazarda . Kamuran Hanım’dan malzemeleri aldık kahvenin önüne geldik o an. Bilal Abi’de pazar günleri kahveyi kapatıp o da gelirdi bizimle pazara. Bir yandan böyle malzemeleri traktöre yüklüyoruz o an böyle pazarda kendisine şalgam böyle simit tablası açardı. Bilal Abi’de yardım ettikten sonra bir an böyle nasıl olduysa fark ettim onu, onu gördüm yani, uzun böyle buğday sarısı saçları, sırtına kadar uzanıyordu. Rüzgarın savurduğu patiskadan eteğini toplamaya çalışırken eteğin üstündeki çiçeklerinin taa burnuma kadar geliyordu kokusu yani. Böyle göz göze geldik o an nasıl olduysa kafamı çevirdim yani. Böyle ürkeklikle korkaklık arası bir an tekrar baktım, bana bakıyordu, vallahi bakıyordu.

Neyse bir yandan böyle Mehmet’in anasının gönderdiği on kavanoz turunç böyle çilek reçellerini de yükledikten sonra traktöre binip bütün mahalleli yola çıktık o gün. Kasabadan uzaklaşırken mahallenin o güzel kadınları, o güzel adamları bir türkü tutturmuş uzun kavak ağaçlarının arasından geçip şehre doğru yol almaya başlamıştık. Biz de Mehmet ile arka kapağa yakın oturup bir yandan tütün sarıp cigara içiyorduk, aklım da ondaydı yani. Beni izlediğini de görebiliyordum Yol üstündeki böyle bütün çiçeklerin, portakal bahçelerinin, zeytin ağaçlarının kokusu saçlarına değip böyle yüzüme yüzüme vuruyordu yani. Ne biliyim yani sanki sadece bana kokuyormuş, onu sadece ben görebiliyormuşum gibiydi yani. Böyle iki dudağımın arasını okuduğumu fark ettim o an “Ben, sana güzelim” diyordu yanlış gördüğümü düşündüm, tekrar aynı şekilde hareket edince dudakları böyle şaşırdım bir an Asiye’de o an bütün muzurluğuyla “Abi bu kızın gözü sende dikkat et ha” dedi. “Yok canım, olur mu öyle şey?” dedim. Asiye yine tülbentiyle ağzını kapatıp böyle bir yandan kıkırdayarak omzuma vurdu “Vallahi abi” dedi. “O kız sana çok fena bakıyor” dedi. “Gözü seyirmiştir kız.” dedim.

Neyse o an cesaret bulup Asiye’ye “Nereden gelmişler ki acaba bunlar?” dedim. “Muhacirlermiş abi” dedi. Böyle şaşırdım o an “Pazarda ne satacakmış acaba bunlar?” dedim Asiye. “Reçel” dedi. O an Mehmet önce Asiye’ye sonra anasının reçellerine daha sonra da bana döndü. Öyle şaşkın birbirimize baktık. Asiye Mehmet’e dönüp “Ben senin ananın reçellerini daha çok seviyorum Mehmet” dedi de Mehmet de diyemedi tabi o an. “Anam seni hiç sevemedi Asiye.” diye.

Neyse biz ufaktan böyle pazar alanına gelmişiz, traktör durdu o an. Böyle herkesin kurulacağı yer de belliydi zaten. Ben, Mehmet ve Bilal Abi tablalarımız yan yanaydı, muhacir kızıysa böyle anası ve küçük oğlan kardeşiyle yan yana Asiye’de onların yanına kurulmuştu yani. Sabah erken saat Bilal Abi’den siftahı olsun diye simit aldık. Pazarın çaycısı Mahmut abiden de üç demli çay alıp Mehmet’in anasının reçellerinden birini açıp kahvaltı yaptık. Bir yandan da bizde pazar böyle ayak uydurmak için tablaları açtık. Pazar böyle güneşin iyice belirmesiyle hareketlenmeye başlayınca ufaktan pazar açanlarda, pazar açanlarda satışlara başladı. Böyle sakin beklerken bizim patiskalı güzelin küçük kardeşi “Bal gibi reçel bunlar bir yiyen bir daha ister durup duru.” böyle deyince, böyle bizim aklımız gitti o an “Durup duru” yani.
Öğlen olmuş daha ne bir don lastiği ne bir reçel satabilmişiz. Böyle muhacirlerin anasının reçelleri birer birer satılırken Mehmet ile ben de öyle bakakalmıştık. Mehmet dedi o an: “Abi bu işte böyle olmaz çığırmamız lazım.” dedi. “Neyi çığıracağız olum? dedim. Tabi Mehmet’de daha önceleri pazara gelmiş, buraların dilini de az çok biliyordu yani. “Siverek’in gülü Emine teyzenin reçelleri burada! Yiyin efendiler!“ diye böyle çığırdı Mehmet o an.

O ara biz yine Mehmet ile yüz yüze gelip bu iş nasıl olacak diye bakarken gün batımına yakın üç kavanoz reçel, iki metre de don lastiği satabilmiştik sadece. O ara nasıl olduysa böyle hava bozmaya başladı. Pazarı böyle bir ince rüzgar aldı ama o ince rüzgar böyle bir anda fırtınaya mı döndü artık böyle herkes bir telaş. Neyse o an işte herkes erkenden toplanmaya çalışırken; muhacirlerin kızı da eteğini böyle kopan lastik ile uğraşıyordu. Mehmet dedi “Abi dedi tam zamanı.” dedi. “Neyin zamanı olum” dedim. Kulağıma fısıldadı; “Çek bırak gevşemez don lastikleri bir milyon!” diye çığırırken buldum kendimi. Böyle bütün pazar döndü bana doğru baktı o an.
Muhacir kızı böyle eteğini beline kadar böyle çekiştire-çekiştire yanaşırken herkesin gözü de ondaydı yani. Böyle uzun boyu, tutuşan eteği, böyle rüzgarda savrulan saçlarıyla sallana sallana geldi, yanaştı. O ince beline bir metre lastik istedi benden. “Yeni yerleşmişsiniz mahallemize hoş geldiniz.” dedim. Adını sordum. “Menekşe.” dedi. Ben böyle güzel isim, böyle güzel Menekşe görmemiştim hayatımda. Kaç mevsim geçti o an içimden de farkında bile değildim. Mehmet’in sesi ile irkildim. “Ben böyle güzelini görmedim. yengemiz hoş gelmiş.” dedi Mehmet. Pazarın orta yerinde buldum kendimi. Bizim Asiye’de kıkırdayarak geliyordu böyle yine arkasından. Yine muzurluk peşindeydi.

O ara bir kağıt düştü yan cebinden Asiye’nin. Kağıdı böyle rüzgar savururken Mehmet yakaladı o an. Başındaki böyle yazıyı görünce de kağıdı açtı.
“Sevgili Asiye, çeşitli sıkıntılar içerisinde sana demek istediğim çok şey oldu vakitlice, sana artık lüzumlu destek olamıyorum. Kendi başımın çaresine de bakamayacak haldeyim. Bilal abinin kahvesinden eskisi gibi para alamıyorum artık. Halim perişan. Aklım, gönlüm sen de. Ama senin gönlünün ben de olmadığına bu deli aklım ermiş bulunmakta artık. Mehmet sana bağlanmış. Ben bunu gördüm. Artık kavuşamayacağımızı, senin de beni sevmediğini anlamış bulunmaktayım. Sana kavuşamadan gidiyorum. Sen bu yazdıklarımı okuduğun zaman ben çok uzaklarda olacağım. Nisan/1996 İlyas Çınar.”

İlyas’ı kaybedeli dört ay olmuştu. Mehmet’in gözünden böyle iki damla yaş döküldü pazarın orta yerine. Onu da rüzgar aldı, iki metre öteye savurdu. Böyle yüzünü döndü Mehmet o an. Dudakları titriyordu.. “İlyas’ı kim öldürdü abi?” dedi. “Biz mi, Asiye mi, yoksa hepimiz mi?” Yağmur fırtınaya bulandı o an. Traktöre doluşup aceleyle mahalleye dönüş yolunu tutarken Menekşe’nin bakışları deldi geçti içimi. Ne bileyim yani böyle farkına varmadan ister istemez herkes birbirinin hayatına değebiliyordu ve ben bunu anlayabiliyordum. Anlayamadığım tek şey vardı. Böyle içten bir bakışın, bir o kadar derin gülüşlerin ardında saklı iki uzak insan nasıl oluyor da yan yana gelebiliyordu? Yani bunu zaman mı gerçekleştiriyordu yoksa insanın o derin yalnız kalma kaygılarından dolayı yaşadığı boşlukları doldurmaca bir oyun muydu bu? Aşk mı? İyi bir şey olup olmadığından emin değilim ama yine de imkanı olan delirsin!

Bir Ömürlük Misafir

Benim Hikayelerim IV FİNAL

Böyle bizimkisi de ondan sebep; Her hikayenin bir sonu var yani, geldik bizim hikayenin de sonuna. Bazen gerçeklerden ne kadar korksan da onlardan ne kadar kaçmak istesen de zamanı belirsiz bir anı yüzüne tokat gibi çarpıyor bildiğin bütün gerçekleri. Umursamamak olan biteni; memleketi, dostları, öleni, düşeni yani hiç hiç umursamamak. Bakınca herkes masum, böyle herkes iyi niyetli herkes suçsuz, hepimiz.. Bana gelince. Ya ben?
Böyle orta yerinden çatlayacak damarlarımı hissediyorum. Boynum, ellerim, ayaklarım iki kat büyüyor böyle, uzuyor dal veriyor gökyüzüne erişiyorum sanki. Böyle bulutların koynuna uzanıyorum, bulutlarla sevişiyorum. Kurumuş, o güzelim kör topraklara yağıyor çocuklarım yağmur niyetine.. Büyüsün, yeşersin anlaşılsınlar diye. Yani ne ben masumum ne sen, ne siz, ne de hepimiz.. Suç kimin? Bu suç hepimizin bakıyoruz işte, ama görmüyoruz..

Mevsimlerden ilkbahar, yaz böyle hep erken biterdi buralarda ve kışta bir o kadar erken gelirdi zaten her defasında. Mahalleli zaten kış mevsimi için hazırlıklarını çoktan yapmışta. Böyle dam üstlerinde bacalar tütmeye başlayınca mahalleyi kömür kokusu sarmış, sokaklar is karasına bürünmüştü yani. Kasabanın orta yerinden geçen elektrik direklerini peşi sıra takip edince Bilal Abi’nin kahvesinde bitiyordu son direk. Böyle kahvenin fırtınadan kopan elektrik tellerini tamir ediyordu yeni çırak.
Bilal Abi de böyle el atmış, çırağın altındaki tahta merdiveni tutuyordu “la oğlum hadi götümüz dondu soğukta, bitir de kahveye girelim” diye bağırdı Bilal Abi o an
Böyle çırak merdivenlerden birer birer inerken göz göze geldik. O arada Bilal Abi bana doğru bakınca böyle içim yandı yani. Dostluğunu, abiliğini, kardeşliğini o güzelim yüreğini hissederdim her bakışında da. Adım adım yürüdüm kahveye doğru, kapıyı açtılar girdim içeri. Böyle her zaman oturduğumuz o cam kenarındaki masa da boştu yani. Oturdum.. ve bir cigara yaktım.

Bilal Abi’de çayı yeni demlemişti elinde böyle iki çayla masaya geldi o an. Çırak böyle kahvenin ortasındaki o sönen sobayı yakmak için uğraşırken soğuk havalara sövüp, böyle tabiat ananın namusuna dil uzatıyordu. Çayımızı içip ısınmaya çalışırken bi an böyle rüzgarı kendinden böyle menkul uçurtma gibi kahveye dolan Mehmet’in, böyle yüzünü gördük o an hepimizin dizleri titredi yani. Önce yutkundu. Dedi “Abi” dedi, “Bu mektuplardan bir sürü varmış” dedi Mehmet. Hangi mektuplar oğlum dedim.
“İlyas’ın Asiye’ye yazdığı mektuplar abi” dedi Mehmet. “Sen nereden biliyorsun Mehmet?” dedim. “Asiye söyledi abi” dedi. “İlyas’ın yazdığı mektupların hepsi çekmecedeymiş” dedi. “Hangi çekmece oğlum” dedim. Masanın etrafındaki sandalyelerden birini tutup böyle çaresizce böyle bi’ kinle fırlattı. Bilal abi o an böyle şaşkın böyle bakışlarıyla “Oğlum Mehmet dur sakin ol” dedi de. Mehmet ne arıyorsa, olağanca telaşıyla masanın etrafında dört dönüp masanın altına eğildi o an “Bakın abi” dedi. “İşte burada bir çekmece var” dedi Mehmet. Bilal abi de sorunun cevabından korkar gibi yani “Ne çekmecesi oğlum” dedi. Mehmet biraz zorlayınca çekmece yerinden çıkıp böyle yere yığılıverdi o an yüzlerce sayfa dağıldı kahvenin orta yerine. Elleri titriyordu Bilal Abi’nin, elinde tuttuğu çay bardağının içindeki kaşığın böyle ellerinin titremesiyle çıkardığı ses o an sardı bütün kahveyi. Böyle sanki bi’ felaket biriktirir gibiydi yani. Böyle gözlerimizde o an korkunç bir bakış oldu yani Mehmet’de de, Bilal Abi’de de, Ben de de. Böyle duraksayıp mevzuyu algılayınca neler olup bittiğini de anlamamız zaten çokta zaman almadı yani. Meğer İlyas günü gününe mektuplar biriktirirmiş. Aylar, yıllar, mevsimler geçmiş.. İlyas her gece kahve kapandığında otururmuş, mektuplar yazarmış uzun uzadıya. Yani bu keder dolu kağıtlar önünde böyle ağır bir dinginlikle duruyordu o an.

İlyas’ın dünyasına ait dillenmemiş bu zamana kadar ne varsa her şey darmadağın şekilde karşımızdaydı yani. Biz deli derdik İlyas’a da, yoksa o mu gerçekten akıllıydı, biz mi gerçekten delirmiştik.. bilemiyordum yani. Böyle çaresiz, anlamsız bakışlarla el yazısından dökülen satırlara daldık o akşam, böyle anlıyor, önemsiyor ve biliyordum yani.. İlyas artık dönmeyecekti.. Elime aldığım böyle ilk sayfanın satırlarını okumaya başladığımda sonsuz bir güzellik, dostluk, kardeşlik pay biçtiğini gördüm İlyas’ın bize. Elimdeki satırlar İlyas’ın mahalleye, doğduğu eve geri döndüğü o ilk günü anlatıyordu.

“Ben sana çiçekler ile geleceğim o gün dilim söyleyemeyecek işte yüreğimin harbini. Böyle senden anlamanı bekleyeceğim. Ve ben sadece susmak isteyeceğim işte. Çünkü söylediğim hiç bir şeye inanmıyor artık insanlar, bana deli diyorlar.. Böyle gidersem dönmem sanıyordum da, ne kadar gidersen git, ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş yine böyle dönüp dolaşacağın, geleceğin yer bu şehir, bu sokak, bu ev olacaktır işte. Oysa ben artık buralara ait hissetmiyordum kendimi. Anam bir kış gecesi doğurmuş işte bu evde beni iki oda, iki cam, zemheri ayazın orta yerinde. Damın tepesindeki bacaya kuşlar yuva yapmış o hafta. Ve benim doğduğum gece de sobadan çıkan dumandan zehirlenmiş bütün o güzelim yavru kuşlar. Ömrüme adak dilenmiş, kan sürülmüş alnıma üç ay da kurumamış o kan üç ay yıkamamışlar beni. Kan siyaha döndüğü bi’ akşam, evin orta yerinde leğenin içinde yıkamış anam beni. Adıma da İlyas demişler. yani demdir bu gelip geçer demişler işte.”

“Bu zamanlar da geçecek be abi” dedi Mehmet. Yarım yamalak böyle bomboş hislerle attığımız adımlar ile böyle kahveden uzaklaştık çıktık gittik. “Kartal İsmail’in meyhanesine mi gitsek” dedi Mehmet “İki tek atar kaçarız be abi “dedi. Yok dedim ya.. Öyle amaçsız öyle bilinçsiz evlere dağıldık.. Soyundum. Kendimi yatağa attığım gibi uykuya dalmış, sabahına aralanmış perdeden böyle yüzüme vuran güneşin sıcaklığıyla uyandım o an.

Böyle radyoyu açtım. Mahzuni’den bir türkü çalıyordu o an “Karlı Dağlar Kara Bulut İçinde, Yaylası Hüzünlü Yöresi Bir Hoş, Sevdalı Yolcular Umut İçinde” diyordu Mahzuni.

Her şeye yeniden başlamak için şahane bir gün dedim içimden de. ocağa çay suyunu koyup dolaptan peynir, zeytin biraz da reçel kalmıştı onu çıkardım dolaptan, koydum masaya. Perdeyi aralayıp mahallenin orta yerine çökmüş sisi camdan seyrederken iki karartının böyle sesi yararcasına koşturduğunu fark ettim o an. Bilal Abi arkada elinde gazete ile Mehmet’de önünde nefes nefese kalmış benim eve doğru koşturuyorlardı. Böyle kapıya yetişmeleriyle, kapıyı yumruklamaları bir an oldu. Böyle bir telaşla kapıyı açtığımda ikisi de içeri yığıldı zaten o an. Bilal Abi can havli son nefesiyle “Çıktı oğlum çıktı” dedi. “Ne çıktı abi” dedim. O an ne Mehmet’den ne Bilal Abi’den cevap alabildim, böyle yine “Çıktı abi çıktı” dedi Mehmet. “La çıldırtmayın adamı” dedim. “Ne çıktı oğlum Mehmet” dedim elini açtı. Bir kağıt düştü elinden böyle Mehmet’in. Piyango biletiydi.. Bilal Abi de o ara gazeteyi tutuşturdu elime “Al bak oğlum, hele bak sen de bak” dedi. Tatlıcı Hacı Remzi’ye, Mehmet’in aldığı tatlıyı geri vermeye gittiğimiz o akşam, Remzi dayının verdiği parayla aldığımız piyango biletini gösteriyordu Bilal Abi Böyle şaşkınlıkla sevinme arasında bir yerde gidip geldim o an. “Neredeydi bu bilet bu zamana kadar Mehmet” dedim. Bilal Abi cevapladı “Kahvenin çırağı sabah kahveyi temizlerken ocağın üstündeki resmin arkasında bulmuştuk” dedi Bilal Abi. “Ben de unutmuşum” dedi “Orada olduğunu” Bilal Abi o an Mehmet’de anasına güvenmeyip, haram deyip yırtıp atar diye eve götürmemiş bileti. Bilal Abiye teslim etmiş bileti yani o zamanlar. Sabahta Bilal Abi gazete fabrikasına uğrayıp bu haftanın arşivinden piyango listesinin olduğu gazeteyi bulmuş. Mehmet’de o an tekrar bir sevinçle “Çıktı abi çıktı diyorum işte sana, daha ne şey yapıyorsun” dedi böyle bir şeyler. Ne yapacağını bilemez, böyle diyemez halde o anın heyecanıyla böyle yüzümü bi’ gülümseme aldı benim. Böyle neşeyle kederi aynı anda yaşadığım o an sevinçle böyle Bilal Abiyi kaldırdım olduğu yerden radyonun da sesini sonuna kadar açtım anasını satayım.

Mehmet ile üçümüz sarıldık, açtık kolları salonun ortasında oynaya oynaya kapının önüne kadar çıktık. Mahallenin orta yerinde oynamaya devam ederken böyle bizi görenler çıktı geldi evlerinden, dükkanlarından Mehmet, Bilal Abi, Terzi Kamuran, böyle köpeği Şeker, Hacı Remzi, Kartal İsmail, Çırak, Menekşe, Menekşe’nin anası, kardeşi, Asiye.. Mehmet oradan bağırıyor böyle “Geliyor geliyor gönlümün efendisi” diye bağırıyordu böyle. “Siverekli Mehmet’in Lahmacun Fırını geliyor” diye. Neşe içindeydi böyle. Mehmet herkese sarılıyordu. Neyse o an biz yine böyle bi oyun havasına dalmış böyle kendi içimizde, dalgamızla böyle takılırken, Menekşe geldi yanaştı o an “Anama ana, babama baba diyesin sen benim gönlüme sevdiğim, ömrüme eş diyesin” dedi bana. Böyle hiç mevzuyu uzatmadan “olur kız” dedim. “Aşk olsun da güç olmasın” dedim.

Yani varacaksa insan sevdiğine varmalıydı yani.. Dostuna, arkadaşına, eşine varmalıydı. Sarılmalı, dokunmalı insan yani. Böyle hep beraber gülmeyi öğrenemez hep beraber ağlayacağımız o günleri yaşamakta çokta uzakta değildi yani. Ya hep birlikte kurtulacaktık ya da hep birlikte delirecektik yani. Bizim mahalleli de bundan sebep parayı bulunca kafayı oynatması bana hiçte acınacak halimize gülüyoruz dedirtmiyordu yani. Bir kere de bize gülmeliydi talih çünkü. Bir kere de bize yani.

Ve hanımlar beyler, geldik işte hikayenin sonuna. Ben kim miyim? Yani bu yaşıma dek kimse bana inanmadı böyle oysa ölebileceğime de inanmıştı herkes yani. Ve benim için de zaten ölü numarası yapmak da çok da zor olmamıştı. Ben aşk nedir bilemem ama ölümü çok iyi bilirim.
Ben İlyas Çınar. Ben bir deliyim.
Anam beni herkesi seveyim diye doğurdu fakat gazete kağıtları üstünde ölü gibi yatarken asfaltın ortasında beni görmüyor, beni duymuyor, beni tanımıyor, beni önemsemiyordunuz. Öldüm diye bakmadan öyle gazete kağıtları serdiniz üstüme. Böyle aranızdan yürüyerek çıkıp gittim de böyle hala size anlatacak o kadar çok şeyim vardı ki dönüp de bakmadınız be anasını satayım.. Bilal Abim ve Mehmet, onlar da ben ölmüşüm gibi davranıyorlardı zaten. Zaten onlar da benim gibi deliydi yani. Yani hadi onlar da benim gibi deli zaten. ama siz gerçekten dönüp bakmadınız. İlyas öldü mü diye. Şaşırmadınız bile üzerime serili gazete kağıtlarını kaldırıp yoluma devam ettiğimde. Bilal Abim ve Mehmet. ve Ben. Biz aynı anadan doğma üç kardeş. İlyas, Mehmet ve Bilal. Ve aynı hastalıkla dünyaya gelmiş üç deli Üç kardeş.
Böyle sevdamızı deli aklımızın kör kuyusunda açmış rengarenk gelincik tarlasıdır yani. Asiye benim İlyas olduğumu bilmez. Biriciği ise sadece ben görürüm. Menekşe’nin güzelliğini ise herkes. Ve ben İlyas ÇINAR.

Aslında ben hiç ölmedim. Diyorsunuz ya, deli gibi yaşamak diye. Aynı öyle işte. Bizimkisi de deli gibi yaşamak ya. Mevzu bundan belli. Aynen öyle işte. Deli gibi yaşıyorum.🥀

 

İçindekiler