Nazım işgal günlerinde ‘çınarlı kubbeli mavi bir liman’ın dışına çıkma kararı aldığında İstanbul’un böyle bir adı olduğunu bilmiyordu, aslında kimse bilmiyordu; İstanbul’a bu ismi yıllar sonra Nazım kendisi verecekti.
Daha 18 yaşındaydı Nazım. 920 yılı sonu, kış başıydı.
Üç arkadaşıyla önce Sirkeci’den vapurla İnebolu’ya geçerler, yolculuk 75 saat sürer, oradan Ankara’ya geçeceklerdir. Nazım’ın deyişiyle ‘İstanbul Denizi’ işgal kuvvetlerinin gemileriyle doludur:
‘…İstanbul denizinin içinde kefaldan, uskumrudan, torikten çok denizaltının kaynaması da umurumda değil. Anadolu’ya gidiyorum…’ diye yazar o günleri. İstanbul işgal altındadır. Ayrılık hüzünlüdür. Yol arkadaşlarından birinin başını vapurun lombozuna yaslayıp: ‘İstanbul’u bir daha göremeyecek miyiz, gitmek var dönmek yok mu?’ diye ağladığını anlatır.
Ama kendisi de yasak olmasına rağmen vapurun güvertesinden İstanbul’a belki de son kez olabileceğini düşündüğü bir bakış bakmadan duramaz: ‘Sarayburnu’na, (Galata) köprüye, kurşun kubbelere, tığ gibi minarelere, Taşkışla’ya son kere şöyle doya doya bakmadan İstanbul’dan ayrılmaya da gücüm yetmedi zaten.’
Bu ilk hazin ayrılık, kısa süre sonra coşkulu bir tanışmaya dönüşür. Önce Galatasaray, sonra Nişantaşı Sultanisi’nde okumuş, Osmanlı Valisi Nazım Paşa’nın torunu, Matbuat Müdürü Hikmet Bey’in oğlu Nazım Hikmet Anadolu’yla, memleketiyle tanışır.
Arkadaşı Vâlâ Nureddin’le İnebolu’dan Ankara’ya diz boyu karın içinde dokuz gün dokuz gece yürüdükleri yolculuklarında, dillerinde birlikte yazdıkları coşkulu bir ‘Yol Türküsü’ vardır: ‘Alnımızda yanar gençliğin tacı/ yorgunluğun anasını satarız/ … / Sabah buradaysak, akşam ordayız/ günlerin peşinde bir hovardayız/ …’
Ardından uzun, karmaşık bir rota, her şey çok hızlıdır: Bolu – Trabzon -Batum – Tiflis – Moskova. Yıl 921. İstanbul şairi Nazım döllenir. Yaşı 19’dur.
Dokuz yıl sonra o verimli yılın anısına şu dizeleri yazar: ‘…/ Sen,/ benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım/ 19 yaşım.’
Üç yıl Moskova’da kalır, devrime tanıklık eder. 924’te Türkiye’ye döner ama İstiklal Mahkemelerinin gazabından kurtulmak için 925’te tekrar Moskova’ya gitmesi icap eder. Sonunda 927’deki aftan sonra, kış başlarında tekrar Türkiye’ye döner. Batum’dan Hopa’ya ayak basar basmaz Hopa Cezaevi’ne konur ama kısa süre sonra bırakılır.
İstanbul’a gelir, ‘oğlu komünist olduğu’ için memuriyetten uzaklaştırılan ve artık Kadıköy’de Süreyya Paşa Sineması’nın müdürlüğünü yapan babası Hikmet Bey’in Bahariye’deki evine yerleşir.
Nazım 928’den 931’e kadar Resimli Ay mecmuasında çalışır; başlangıçta ‘musahhih’ olarak girer işe, sonra derginin sayfalarını bağlamaya, çizimlerini yapmaya ve dergide kendi şiirlerini yayınlamaya başlar.
Tek bildiği işi ilk defa özgürce yapar. O tek sermayesiyle; kafası, yüreği ve kalemiyle çalışır, şiirler yazar ama artık şiirlerini yayınlayabiliyordur. Edebiyatın putlarına karşı kavga verir, edebiyat dünyasını sarsan hicivlere imza atar.
Resimli Ay yavaş yavaş sol düşünceli genç edebiyatçıların uğrak yerine döner. Nazım’ın ilk kitapları yayınlanır: ‘835 satır’, ‘Sesini Kaybeden Şehir’, ‘Jakond ile Si-Ya-U’.
Hatice Pirayende ile ilişkisi başlar. Şiirleri plaklara alınır. İstanbulluların kendi şiirlerini dinlediğine, ezberden okuduğuna bizzat şahit olur. Mest olur.
‘Hayatımın en mutlu günleri, o günlerdi’ der o dönem için. Nazım o yıllarda ‘dostların arasında, güneşin sofrasında, kavganın ortasında’dır. Ama hayatın kafayla, yürekle, kalemle örtüştüğü bu dönem kısa sürer; Resimli Ay kapatılır.
Akşam gazetesi için Orhan Selim adıyla fıkralar yazar, lakin ayrılmak zorunda kalır, polis peşindedir. İçeri alınmadan kısa bir süre önce kadınlı erkekli bir grup bir gece Moda burnuna gider, sahile uzanırlar, şu şiiri söyler orada: ‘Delikanlım!/ iyi bak yıldızlara/ belki bir daha onları göremezsin/ belki bir daha/ yıldızların ışığında / kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin…’
Nazım 931 sonunda içeri alınır; bir süre İstanbul Tevkifhanesi’nde, sonra da Bursa’da yatar. Bu sırada Piraye’yle birlikte Erenköy’de Mithat Paşa Köşkü’ne yerleşmişlerdir ama evli değillerdir henüz. 934 yazında cezaevinden çıkar.
31 Ocak 935’te Piraye’yle Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlenir. İpek film stüdyosunda çalışmaya başlar, senaryolar yazar. Sonra işyerine yakın olmak için Avrupa yakasına taşınırlar. Önce Cihangir’de bir daireye, ardından Valikonağı Caddesi’ne.
17 Ocak 938’de içeri alındığında burada ikamet ediyorlardı ama Nazım artık yılmıştır bu tevkiflerden. Bir ay sonra 19 Şubat 938 tarihli mektubunda ilk ve son defa şöyle yazar Piraye’ye: ‘…Eğer bu badireden kurtulabilirsem seni ve çocuklarımı alıp herkesten uzak, İstanbul’un ıssız bir tarafına çekileceğim ve geri kalan ömrümü yalnız sana ve edebiyata hasredeceğim…’
Ama bu badireden kurtulamaz. Nazım’a 28 yıl verirler. Nazım memleketi cezaevlerinden dolaşır: Ankara – İstanbul – Çankırı – Bursa. Bu arada Piraye Nişantaşı’ndan tekrar Erenköy’e taşınmıştır.
Nazım’ın Türkiye’de, cezaevlerinden yazdığı şiirlerde İstanbul çok sık görülmez. Daha doğrusu İstanbul Piraye olmuştur, Nazım’ın sevdiği kadınla özdeşleşmiştir:
‘…/ sevgilim senin mekânın olan/ ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam/ sırtımda torbamın içinde götürdüğüm/ ve evlat acısı gibi yüreğimde,/ senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir…’
ve her zaman Piraye’yle anılır:
‘…/Vay anam vay, ne kadar güzelsin/ Gülüşünde İstanbul’un abuhavası/ İstanbul’un lezzeti bakışında…’ yahut ‘…/ sen diyorum İstanbul geliyor aklıma/ İstanbul diyorum sen/ sen şehrim kadar güzelsin/ şehrim senin kadar acılı./…’
Nazım 12 yıl sonra, 15 Temmuz 950’de açlık grevleri, dilekçeler, yurtdışı baskıları sonunda afla çıktığında Piraye’yle ayrılmıştı. Münevver Berk’le beraberdi, Mühürdar’da ahşap bir evde oturuyorlardı. 26 Mart 951’de bu evde bir oğlu oldu; adı Memet…
Sonra başına askerlik belasını sardılar. Sivas-Zara’ya asker olarak göndermek istediler.
Ve Nazım bir gece karısını, oğlunu, memleketini, İstanbul’unu ve Türkçesini bırakıp yine bir vapurla yurtdışına kaçtı. Tarih 17 Haziran 951. Önce Romanya, oradan Moskova.
Nazım’ın asıl İstanbul şiirleri gurbetten yazdığı şiirlerdir. Orada artık memleket yıldızlardan da gençliğinden de daha uzaktır. İstanbul’dan ayrıldıktan dört ay sonra ‘… Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim/ İstanbulum/ seni düşünüyorum/…’ diye yazar: ‘…/ Bakıyorum Moskova pencerelerinin birinden/ seni düşünüyorum memleketim, / memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum/ zaten bir dakika çıktığın yok aklımdan/…’
Nazım gurbettedir. Türkiye’ye dönememek, karısını ve oğlunu görememek, İstanbul sokaklarında Türkçeyi duyamamak, sokaklarda Türkçe konuşamamak hürriyetiyle hürdür.
Daüssıla ölümden beterdir. Acılar katlana katlana büyür. Nazım’ın oğlu fotoğraflarda büyür:
‘Bir şehir, bir sokak bir ev’ vardır ‘ahşap bir ev, uzak mı uzak.’ Devam eder: ‘Yatıyor minderde bir çocuk/ benim oğlan, sarışın tombul/ misafir yoktu, kimseler yok/ pencerede fakir İstanbul/..’ ve ‘ağlayıverir Münevver usulcacık…’
Ve ‘memleketinden uzak, hasretlerle delik deşik şair’ sonunda pes eder, 956 sonunda Prag’da ruhunu mefistoya sunar, yalvarır: ‘Hasretlik cana yetti/ pes!/ Beni istanbuluma götürsün bir saatlik…’
Gurbetlik zor zanaattır, ‘Üsküdar cezaevinin görüşme yerini bile arar’ Nazım.
Ertesi yıl 957’de seyahat ettiği, karşı yalıdan memlekete, Memet’e seslendiği, ‘Memet, Memet’ diye ünlediği Varna deli eder onu: Tıpkı Türkiye gibidir, Türkçesi bile vardır:
‘Şu Varna deli etti beni/ divane etti/ Domates, yeşil biber, kalkan tavası,/ radyoda ‘ha uşaklar!’ Karadeniz havası/ rakı kadehte aslan sütü, anason/ uy anason kokusu,/ ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim…’
Ve şair gitgide ümidini yitirir. Hem geçirdiği kalp krizleri, hem de Türkiye hükümetinin vurdumduymazlığı karamsarlığını arttırır: ‘Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/ seyir defterini başkası yazsın./ Çınarlı, kubbeli mavi bir liman,/beni o limana çıkaramazsın…’
İstanbul’a bir isim verir ve artık o günden sonra yavaş yavaş İstanbul’a dönüşür, İstanbul olur Nazım:
Gülhane Parkı’nda ne bizim ne de polisin farkında olduğu bir ceviz ağacı olur; başı köpük köpük bulut, içi dışı deniz, budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Tam yüz bin eliyle dokunur bize, İstanbul’a, tam yüz bin gözüyle seyreder bizi, İstanbul’u. Yani bu ‘çınarlı, kubbeli mavi liman’ı; İstanbul’u…